Küçük Prens / Mazais Princis — w językach tureckim i łotewskim. Strona 3

Turecko-łotewska dwujęzyczna książka

Antoine de Saint-Exupéry

Küçük Prens

Antuāns de Sent-Ekziperī

Mazais Princis

Küçük Prens’in öfkeden yüzünün rengi atmıştı.

Tagad mazais princis pat nobāla aiz dusmām.

“Çiçeklerin milyonlarca yıldır dikenleri var. Yine de milyonlarca yıldır koyunlar onları yer. Şimdi, çiçeklerin bunca güçlüğe göğüs gerip hiçbir işe yaramayacak dikenleri neden büyüttüklerini anlamaya çalışmak önemli değil mi sence? Koyunlarla çiçekler arasındaki savaş önemli değil mi? Kızarık suratlı şişko bir bayın toplama işlemlerinden daha mı az önemli?

— Kopš miljoniem gadu puķēm ir ērkšķi. Kopš miljoniem gadu jēriņi tomēr ēd puķes. Un vai tad nav svarīgi censties saprast, kādēļ puķes tik ļoti nopūlas, lai izveidotu ērkšķus, kuri nekad nekam neder? Vai tad puķu un jēru cīņa nav svarīga? Vai tā nav svarīgāka un nopietnāka par tumšsārtā kunga rēķiniem?

Ya ben kendi gezegenimden başka hiçbir yerde yetişmeyen, eşine rastlanmadık bir çiçek tanıyorsam ve günün birinde ne yaptığını bilmeyen bir koyun onu bir lokmada yutuverirse, sence önemli değil mi bu?”

Un, ja man zināma viena vienīga puķe visā pasaulē, kas aug tikai uz manas planētas, un, ja kādu rītu mazs jēriņš to var iznīcināt vienā rāvienā, nemaz neapzinoties, ko viņš dara — vai tad tas nav svarīgi?

Kıpkırmızı kesilmişti.

Mazais princis nosarka, pēc tam atsāka:

“Sevdiğiniz çiçek milyonlarca yıldızdan yalnız birinde bile bulunsa yıldızlara bakmak mutluluğumuz için yeterlidir. ‘Çiçeğim işte şunlardan birinde,’ deriz kendi kendimize. Ama bir de koyunun çiçeği yediğini düşün, bütün yıldızlar bir anda kararmış gibi gelir. Bu mu önemli değil?”

— Ja mīli puķi, kas atrodas tikai uz vienas no miljoniem zvaigžņu, tad pietiek palūkoties zvaigžņotajās debesīs, lai būtu laimīgs. Tu saki sev: “Mana puķe ir kaut kur tur…” Bet, ja jēriņš apēd puķi, tad ir tāda sajūta, ka pēkšņi apdzisušas visas zvaigznes! Un vai tas nav svarīgi?

Arkasını getiremedi. Hıçkırıklar boğazını tıkamıştı. Gece iniyordu. Aletleri attım elimden. Artık çekicin, vidanın, susuzluğun ya da ölümün ne önemi vardı ki? Yıldızın birinde, bir gezegende, benim gezegenimde, Dünya’da, avutulmak isteyen bir Küçük Prens vardı şimdi. Onu kollarıma aldım, salladım. Dedim ki:

Viņš vairs nevarēja neko pateikt. Pēkšņi viņš sāka elsot. Bija uznākusi nakts. Es nometu savus darba rīkus. Man vairs neko nenozīmēja veseris, spītīgā skrūve, slāpes un nāve. Uz kādas zvaigznes, uz manas planētas Zemes, atradās mazs princis, kuru vajadzēja mierināt! Es paņēmu viņu savās rokās. Es viņu šūpoju. Es viņam teicu:

“Sevdiğin çiçeğe bir şey olmayacak. Bir tasma çizerim koyunun için. Çiçeğin için de bir çit çizerim. Sonra…”

“Puķei, kuru tu mīli, nekas nedraud… Es uzzīmēšu tavam jēriņam uzpurnīti… Es uzzīmēšu tavai puķei aizsargbruņas… Es…”

Ne diyeceğimi kestiremiyordum. Kendimi çok beceriksiz buluyordum. Ona nereden yaklaşılır, nasıl ulaşılır bilmiyordum… Ne kavranılmaz bir yer şu gözyaşı ülkesi.

Es patiešām vairs nezināju, ko sacīt. Es jutos ļoti neveikli. Es nezināju, kā viņam tuvoties, kā atkal viņam piekļūt… Asaru pasaule ir tik noslēpumaina…

VIII

VIII

Çok geçmeden o çiçeği daha iyi tanıdım. Küçük Prens’in gezegeninde çiçekler gösterişsiz, yalnız bir dizi taçyaprakla donanmış oluyorlardı; yer kaplamıyorlar, kimseyi tedirgin etmiyorlardı. Bakıyorsunuz bir sabah otlar arasında beliriyor, akşama kalmadan usulca sönüp gidiyorlardı.

Drīz vien iepazinos ar šo puķi tuvāk. Uz mazā prinča planētas bija augušas ļoti vienkāršas puķes, ar vienu pašu ziedlapiņu rindu; tās aizņēma pavisam maz vietas un nevienu netraucēja. Tās parādījās kādu rītu zālē un pēc tam vakarā izdzisa.

Küçük Prens’in çiçeği, günün birinde, bilmediği bir yerden, rüzgârın önüne katılıp gelen bir tohumdan sürmüştü. Küçük Prens, gezegenindeki öbür filizlere benzemeyen bu filizi çok yakından izlemişti. Yeni bir baobab türü de olabilirdi çünkü.

Bet šī bija uzdīgusi kādu dienu no sēklas, kas bija atnesta nezin no kurienes, un mazais princis nevarēja vien beigt aplūkot asniņu, kurš nelīdzinājās nevienam citam. Tas varēja būt jaunas šķirnes baobabs.

Ama filiz bir süre sonra boy atmayı durdurdu, çiçek vermeye hazırlandı. Koca bir tomurcuğun oluşmasına tanıklık eden Küçük Prens, bunda doğaüstü bir güzelliğin saklanmış olduğunu sezinledi. Nedir ki çiçecik, güzelliği için gerekli hazırlıkları yeşil odasının çatısı altında tamamlamakla yetiniyordu.

Bet drīz vien stāds pārstāja augt un sāka izvērsties ziedā. Mazais princis, kas nekad nebija redzējis tik milzīgu pumpuru, juta, ka no tās izplauks  brīnumaina parādība, bet puķe savā zaļajā istabiņa nevarēja vien saposties pietiekami skaista.

Kılı kırk yararak seçiyordu renklerini. Uslu uslu süsleniyordu. Taçyapraklarını teker teker takıştırıyordu. Öyle herkesin bildiği gelincikler gibi buruşuk giysilerle çıkmak istemiyordu ortalığa. Göz alıcı güzelliğini eksiksiz sunmak istiyordu. Eee, ne demeli? Gösteriş meraklısının biriydi işte!

Viņa ļoti rūpīgi izvēlējās krāsas. Viņa tērpās lēnām, pielaikodama ziedlapiņas citu pēc citas. Viņa negribēja uzplaukt izspūrusi kā magone. Viņa gribēja parādīties visā savā krāšņumā. Ai, jā! Viņa bija ļoti koķeta!

Kısaca, gizemli hazırlığı günlerce sürdü. Ve bir sabah tam gün doğarken püskürüverdi birdenbire.

Viņas noslēpumainā tērpšanās ilga daudzas dienas. Un tad kādu rītu tieši saullēkta stundā viņa atvērās.

Bunca titizlenmeden sonra esneyerek:

Bet skaistule, kas bija tik rūpīgi posusies, teica žāvādamās:

“Daha tam uyanmış değilim,” demesin mi! “Kusuruma bakmayın. Yapraklarımı bile iyice toparlayamadım daha.”

— Ā! Es tikko atmodos… Lūdzu, piedodiet… Esmu vēl pavisam izspūrusi…

Küçük Prens onu çok beğendiğini gizleyemedi:

Mazais princis vairs nevarēja apvaldīt savu apbrīnu:

“Ne kadar güzelsiniz!”

— Cik jūs esat skaista!

“Yaa?” dedi çiçek tatlı bir sesle. “Güneş’le aynı anda doğduk da…”

— Vai ne, — klusi atbildēja puķe. — Es esmu dzimusi tai pašā stundā, kad saule…

Küçük Prens anladı ki pek alçakgönüllü bir çiçek karşısında değil. Ama iyiden iyiye etkilenmişti.

Mazais princis it labi nojauta, ka puķe nav no kautrīgajām, bet viņa bija tik aizkustinoša!

“Sanırım kahvaltı saatindeyiz,” dedi çiçek, “bana bir şeyler getirebilir misiniz?”

— Man šķiet, ka tagad ir brokastu laiks, — viņa tūdaļ piebilda, — esiet tik laipns, padomājiet par mani…

Şaşkına dönen Küçük Prens koşup bir ibrik taze su getirdi, çiçeği suladı.

Un mazais princis, pavisam apmulsis, sameklēja lejkannu ar svaigu ūdeni un aplaistīja puķi.

Çiçeğin bu gereksiz çalımı gücüne gitmişti Küçük Prens’in. Dayanılacak gibi değildi. Sözgelimi bir gün dört dikeninden söz ederken şöyle demişti:

Drīz vien puķe viņu galīgi nomocīja ar savu neizprotamo iedomību. Kādu dienu, piemēram, runājot par saviem četriem ērkšķiem, viņa sacīja mazajam princim:

“Bende bu dikenler varken bütün kaplanlar pençelerini bileyip gelsinler bakalım!”

— Lai nu nāk tīģeri ar saviem nagiem!

“Bu gezegende kaplan yoktur,” dedi Küçük Prens, “hem kaplanlar ot yemez ki zaten.”

— Uz manas planētas nav tīģeru,— iebilda mazais princis, — un turklāt tīģeri neēd zāli.

“Ben ot değilim,” diyerek gülümsedi çiçek.

— Es neesmu zāle, — mierīgi atbildēja puķe.

“Çok özür dilerim…”

— Piedodiet…

“Ben kaplanlardan filan korkmam ama rüzgâr deyince iş değişir. Bakın rüzgârdan ödüm kopar. Beni rüzgârdan koruyacak bir şeyiniz var mı acaba? Sözgelimi bir paravan…”

— Man nemaz nav bail no tīģeriem, bet es šausmīgi neciešu caurvēju. Vai jums būtu kāds aizsegs?

“Bir bitkinin rüzgârdan korkması olacak iş değil,” diye düşündü Küçük Prens. “Bu çiçekten bir şey anlamadım.”

“Augs necieš caurvēju… ļoti savādi,” mazais princis nodomāja. “Šī puķe ir ļoti komplicēta…”

“Gece fanusa koyarsınız beni. Burası çok soğuk. İyi bir yer değil. Benim geldiğim ülkede…”

— Vakarā apsedziet mani ar stikla kupolu. Pie jums ir ļoti auksts. Te ir tik nemājīgi. Tur, no kurienes es nāku…

Ama sözünü bitirmedi. Çünkü tohum olarak gelmişti, başka dünyaların nasıl olduğunu bilemezdi. Söylediği zararsız yalan yakalanınca iki, üç kez öksürdü ve Küçük Prens’i suçlamak için sözü çevirdi:

Bet tad viņa apklusa. Viņa taču bija atnesta šurp sēklas veidā. Ko gan viņa varēja zināt par citām pasaulēm. Apkaunota, ka ļāvusi pārsteigt sevi tik naivos melos, puķe divas vai trīs reizes iekāsējās, lai mazais princis sajustu savu vainu.

“Bir paravan istemiştim sizden.”

— Kur ir aizsegs?…

“Gidip getirecektim, siz lafa tuttuğunuz.”

— Es jau devos pēc tā, bet jūs runājāt ar mani!

Üste çıkan Küçük Prens’i incitmek için daha hızlı öksürmeye başladı.

Tad puķe sāka vēl stiprāk kāsēt, lai viņam iedvestu sirdsapziņas pārmetumus.

Bu olaydan sonra Küçük Prens, sevgisindeki iyi niyete karşın, çok geçmeden kuşkulanmaya başladı ondan. Önemsiz sözlerinden alınmış ve büyük bir mutsuzluğa düşmüştü.

Un tā mazais princis, lai arī viņam piemita mīlestības laba griba, drīz vien bija sācis šaubīties par puķi. Vieglprātīgos vārdus viņš bija uzņēmis nopietni un kļuvis ļoti nelaimīgs.

Bir gün, “Ona kulak vermemeliydim,” diye açıldı bana. “Çiçeklere hiç kulak vermemek gerek. Onlar görülmek ve koklanmak içindir. Benimkinin güzel kokusu gezegenin dört bir yanına yayılmıştı. Ama ondaki güzellikten kendime bir sevinç payı çıkaramadım. Oysa beni öylesine öfkelendiren şu pençe olayını sevecenlikle karşılamam gerekirdi.”

“Man nevajadzēja puķē klausīties,” viņš man atzinās kādu dienu, “nekad nevajag klausīties puķēs. Tās jāuzlūko un jāelpo to smarža. Manējā ar savu smaržu apdvesa visu planētu, bet es nepratu par to priecāties. Šīm runām par nagiem vajadzēja modināt līdzjūtību, bet es noskaitos…”

Sonra şunları ekledi:

Un vēl viņš atzinās:

“Zaten ben hiçbir şeyin gerçeğine varamadım şimdiye kadar. Yargılarımı sözlere değil, davranışlara göre ayarlamalıydım. İşte ne güzel koku ve ışık saçıyordu bana. Onu yüzüstü bırakmam yakışık alır mıydı? Suçsuz, zavallı hesaplarının ardındaki inceliği kestirmeliydim. Çiçekler öyle değişkendir ki! Ama ben çiçeğimi gereğince sevmek için çok küçüktüm o sıralar.”

“Toreiz es viņu nesapratu! Man vajadzēja par viņu spriest pēc darbiem, nevis pēc vārdiem. Viņa apdvesa mani ar savu smaržu un darīja gaišāku manu dzīvi. Man nevajadzēja bēgt prom! Man vajadzēja nojaust viņas maigumu zem nožēlojamā viltības aizsega. Puķes ir tik pretrunīgas! Bet es biju pārāk jauns, lai prastu mīlēt.”

IX

IX

Sanırım kaçarken bir yabankuşu sürüsünün göçünden yararlanmıştı. Ayrılış sabahı gezegenini derleyip topladı. Yanardağlarının lavlarını büyük bir titizlikle süpürdü. Zaten püskürür halde iki yanardağı vardı; sabah kahvaltısını ısıtmaya yetiyor da artıyordu bunlar.

Man šķiet, ka mazais princis bija nolēmis aizceļot ar gājputniem. Tajā rītā viņš krietni uzposa savu planētu. Viņš rūpīgi iztīrīja darbojošos vulkānus. Viņam bija divi vulkāni, kas darbojās. Uz tiem ļoti ērti no rītiem varēja uzsildīt brokastis.

Bir de sönmüş yanardağı vardı. Ama “Ne olur ne olmaz,” diyerek onu da süpürdü. Çünkü iyi temizlenmiş yanardağlar püskürmeden, yavaş ve düzenli bir şekilde yanar. Volkanik püskürmeler ise ocaktaki alevler gibidir.

Viņam piederēja ari viens izdzisis vulkāns. Bet kā mēdz teikt: “Nekad nevar būt drošs!” Tādēļ viņš iztīrīja arī izdzisušo vulkānu. Ja vulkāni ir labi iztīrīti, tie deg mierīgi, vienmērīgi, bez izvirdumiem. Vulkānu izvirdumi ir kā uguns skurstenī.

Dünyamızdaki bütün yanardağları süpürmek biz insanların harcı değildir tabii. Başımıza dert olmaları bundandır.

Acīm redzot, uz zemes mēs esam pārāk mazi, lai iztīrītu savus vulkānus. Tādēļ tie sagādā mums tik daudz nepatikšanu.

Küçük Prens, son baobab sürgünlerini sökerken içlenmişti. Bir daha geri dönemeyeceğini sanıyordu. O sabah, bu gündelik işler ne kadar tatlı geliyordu.

Mazais princis mazliet noskumis izrāva pēdējos baobabu dzinumus. Viņš domāja, ka nekad vairs neatgriezīsies. Visi parastie darbi šorīt viņam likās neparasti jauki.

Çiçeği son bir kez sulayıp fanusu üstüne koyduğu sırada dokunsanız ağlayacak gibiydi.

Kad viņš pēdējo reizi aplaistīja puķi un gatavojās to apsegt ar stikla kupolu, viņam gribējās pat raudāt.

“Hoşça kal,” dedi çiçeğe.

— Ardievu, — viņš teica puķei.

Çiçekte ses yok.

Bet puķe neatbildēja.

“Hoşça kal,” dedi yine.

— Ardievu, — viņš atkārtoja.

Çiçek öksürdü. Ama nezle olduğundan değil. Neden sonra:

Puķe iekāsējās. Tas nebija tādēļ, ka viņa būtu saaukstējusies.

“Budalalık ettim,” dedi. “Bağışla beni. Mutlu olmaya çalış.”

— Esmu bijusi muļķe, — beidzot viņa teica. — Lūdzu piedod man. Un centies būt laimīgs.

Sitemsiz konuşması şaşırtmıştı Küçük Prens’i. Elinde çiçeğin camdan evi, öylece kalıverdi. Bu tatlı uysallığın nedenini kavrayamamıştı.

Mazais princis bija pārsteigts, nedzirdot pārmetumus. Viņš stāvēja, pavisam apmulsis, ar stikla kupolu rokās. Viņš nesaprata šo kluso maigumu.

“Sevmez olur muyum seni,” dedi çiçek. “Sevgimi anlamadınsa suç bende. Hem ne önemi var. Ama sen de az alıklık etmedin. Hadi mutlu olmaya çalış. Şu fanus da kalsın. İstemiyorum artık.”

— Nu, protams, es tevi mīlu, — teica puķe. — Tā bija mana vaina, ka tu par to neko nezināji. Bet tas ir tik nesvarīgi. Arī tu biji tāds pats muļķis kā es. Centies būt laimīgs… Liec šo kupolu mierā. Es to vairs negribu.

“Ya rüzgâr?”

— Bet vējš…

“O kadar da üşütmedim canım. Serin gece havası iyi gelir. Ne de olsa bir çiçeğim.”

— Es jau nemaz neesmu tā saaukstējusies… Svaigais nakts gaiss man darīs labu. Es esmu puķe.

“Ya hayvanlar?”

— Bet zvēri…

“Kelebeklerle dostluk kurmak istediğime göre iki üç tırtılın kahrını çekeceğim elbet. Kelebeklerin güzel olduğu öteden beri söylenir. Zaten başka kim gelir yanıma? Sen uzakta olacaksın. Büyük hayvanlara gelince hiçbirinden korkmuyorum. Benim de pençelerim var.”

Man taču ir jāpacieš pāris kāpuru, ja gribu iepazīt tauriņus. Tie laikam ir ļoti skaisti. Kas tad mani apciemos? Tu taču būsi tālu projām. Bet no lieliem zvēriem es nebaidos. Man ir nagi.

Bunu söylerken saf saf dört dikenini gösteriyordu.

Un viņa naivi rādīja savus četrus ērkšķus. Pēc tam piebilda:

“Oyalanma artık. Bir kez koymuşsun aklına gitmeyi, çık git!”

— Nevilcinies, tas uztrauc. Ja esi izlēmis doties projām, tad ej.

Küçük Prens’in kendisini ağlarken görmesini istemiyordu. Çok gururlu bir çiçekti…

Viņa negribēja, ka mazais princis redz viņu raudam. Tā bija ļoti lepna puķe…

X

X

325, 326, 327, 328, 329 ve 330’uncu asteroidlerin dolaylarında bulunuyordu. Kendini eğitmek ve boş zamanını değerlendirmek için onlara uğramaya karar verdi.

Vistuvāk mazā prinča planētai atradās asteroīdi 325., 326., 327., 328., 329. un 330. Tāpēc tos viņš apciemoja vispirms, lai sameklētu tur kādu nodarbošanos vai iemācītos kaut ko.

İlk asteroidde bir kral vardı. Bu kral kürklü ve kırmızı giysiler içinde, süssüz ama görkemli bir tahta kurulmuştu.

Pirmo apdzīvoja kāds karalis. Tērpies purpurā un sermuļādās, viņš sēdēja uz ļoti vienkārša un tomēr majestātiska troņa.

Küçük Prens’in geldiğini görünce, “İşte bir uyruk!” diye bağırdı.

— Lūk, pavalstnieks! — karalis iesaucās, ieraudzījis mazo princi.

Küçük Prens’in tuhafına gitmişti: “Allah Allah, beni daha önce hiç görmemişken nasıl tanıdı?”

Un mazais princis nodomāja: “Kā gan viņš mani pazīst, ja nekad nav redzējis?”

Bilmiyordu ki krallar için dünya çok basittir, onların gözünde herkes uyruktur.

Viņš nezināja, ka karaļi pasauli vienkāršo. Visi cilvēki viņiem ir pavalstnieki.

Sonunda krallık edecek birini bulduğu için böbürlenen kral: “Yaklaş bakalım,” dedi, “yaklaş da daha iyi göreyim seni.”

— Panāc tuvāk, lai es tevi labāk redzu, — teica karalis, kas jutās gauži lepns, ka ir kādam karalis.

Küçük Prens gözleriyle oturacak bir yer aradı ama o müthiş kürk bütün gezegeni kaplamıştı. Ayakta kaldı tabii yorgun olduğu için de esnedi.

Mazais princis ar skatienu meklēja, kur apsēsties, bet visu planētu pilnīgi aizņēma krāšņais sermuļādu apmetnis. Tā nu viņš palika stāvam, bet, tā kā bija noguris, nožāvājās.

“Bir kralın önünde esnemek görgü kurallarına aykırıdır,” dedi kral. “Bir daha tekrarlanmasın.”

— Žāvāties karaļa klātbūtnē ir pret etiķetes noteikumiem, — teica karalis. — Es tev to aizliedzu.

“İstemeden oldu. Kendimi tutamıyorum,” dedi Küçük Prens utançla, “uzun bir yoldan geliyorum, hiç uyumadım da.”

— Es nevaru savaldīties, — pavisam apmulsis, atbildēja mazais princis. — Mans ceļojums bija ilgs, un es neesmu nemaz gulējis…

“Öyleyse esnemeni buyuruyorum. Yıllardır esneyen birini görmedim. Bayağı merak ediyorum şu esneme denen şeyi. Hadi, bir daha esne. Bu bir buyruktur.”

— Tad es tev pavēlu žāvāties, — sacīja karalis. — Gadiem ilgi neesmu redzējis kādu žāvājamies. Žāvas ir ievērības cienīga parādība. Nu, nožāvājies vēlreiz! Tā ir pavēle.

“Korkarım esneyemeyeceğim.” Küçük Prens, utançtan kıpkırmızı kesilmişti.

— Es kautrējos… vairs nevaru… — iebilda mazais princis gluži nosarcis.

“Hımm,” dedi kral, “öyleyse bazen esne, bazen de…”

— Hm! Hm! — atteica karalis. — Tad es… es tev pavēlu brīžiem žāvāties un brīžiem ne.

Sözlerini birbirine karıştırdı. Canı sıkılmışa benziyordu.

Viņš sastostījās un likās esam saīdzis.

Çünkü kralın asıl istediği otoritesine saygı gösterilmesiydi. Karşı gelinmesini hoş görmezdi. Mutlak bir kraldı. Bununla birlikte, iyi bir adam olduğu için hep akla yakın buyruklar verirdi.

Jo karalis raudzījās, lai viņa autoritāte tiktu respektēta. Viņš necieta nepaklausību. Viņš bija absolūtais monarhs. Bet, tā kā bija ļoti labs, viņš deva saprātīgas pavēles.

“Eğer ben bir generale,” diye örnek gösterirdi, “eğer bir generale bir martı olmasını buyurursam, sözü edilen general de dediğimi yapmazsa, suç onun değil benimdir.”

“Ja es pavēlētu,” karalis mēdza teikt, “ja es pavēlētu kādam ģenerālim pārvērsties par kaiju un ja šis ģenerālis neklausītu, tā nebūtu viņa vaina. Tā būtu mana vaina.”

“Oturabilir miyim?” diye sordu Küçük Prens ürkek bir sesle.

— Vai drīkstu apsēsties? — bailīgi ievaicājās mazais princis.

“Oturmanı buyuruyorum,” dedi kral. Kürkünün ucunu azıcık çekti.

— Es tev pavēlu apsēsties, — atbildēja karalis, majestātiski sakārtodams sava sermuļādu apmetņa malu.

Küçük Prens’in aklı almıyordu. Gezegen küçücüktü. Neyi yönetebilirdi bu kral?

Mazais princis bija neziņā. Planēta tik niecīga — pār ko gan karalis valda?

“Majeste,” dedi, “bir şey soracağım, beni bağışlayınız.”

— Jūsu majestāte, — viņš teica, — lūdzu, piedodiet, ka uzdrošinos jums jautāt…

“Bana bir şey sormanı buyuruyorum.”

— Es tev pavēlu jautāt, — karalis steidzīgi noteica.

“Majesteleri neyi yönetiyorlar?”

— Majestāt, pār ko jūs valdāt?

“Her şeyi,” dedi kral büyük bir alçakgönüllülük içinde.

— Pār visu, — karalis vientiesīgi atbildēja.

“Her şeyi mi?”

— Pār visu?

Kral kendi gezegenini, öbür gezegenleri ve bütün yıldızları gösterdi.

Karalis ar necilu žestu norādīja uz savu planētu, uz pārējām planētām un zvaigznēm.

“Bütün bunların hepsini mi?” dedi Küçük Prens.

— Pār visu šo? — mazais princis pārjautāja.

“Bütün bunların hepsini.”

— Pār visu šo… — karalis atbildēja.

Çünkü yalnız mutlak bir kral değil, evrensel bir kraldı da.

Jo viņš bija ne tikai absolūtais, bet arī universālais monarhs.

“Yani yıldızlar da size boyun eğiyor?”

— Un zvaigznes jums paklausa?

“Ne sandın? Bir dediğimi iki etmezler. Kargaşaya izin vermeyen bir kralım ben.”

— Protams, — karalis atteica. — Viņas klausa uz vārda. Es neciešu nedisciplinētību.

Küçük Prens kralın gücüne hayran olmuştu. Kendinde de böyle bir güç olsaydı neler istemezdi. Önce aynı günde ve iskemlesini hiç kımıldatmadan sadece kırk dört değil, belki yetmiş iki, hatta yüz, hatta hatta iki yüz kez günbatımı görmeyi buyururdu.

Šāda vara mazajā princī izraisīja izbrīnu. Ja tāda būtu viņa rokās, tad viņš varētu vienā un tai pašā dienā noraudzīties nevis četrdesmit četros, bet septiņdesmit divos vai ari simt vai divsimt saulrietos, pat neizkustinot no vietas savu krēslu!

Bırakıp geldiği küçük gezegenin anısı hüzün vermişti ona.

Un, tā kā princi atkal pārņēma skumjas, atceroties savu mazo planētu, viņš iedrošinājās palūgt karalim kādu žēlastību:

“Bir günbatımı görmek isterdim… Acaba? Lütfeder misiniz? Güneşe batması için buyurur muydunuz?”

— Es gribētu redzēt saulrietu… Dariet man šo prieku… Pavēliet saulei, lai tā noriet…