Mazais Princis / Küçük Prens — w językach łotewskim i tureckim. Strona 2

Łotewsko-turecka dwujęzyczna książka

Antuāns de Sent-Ekziperī

Mazais Princis

Antoine de Saint-Exupéry

Küçük Prens

IV

IV

Tā es uzzināju vēl otru svarīgu faktu: mazā prinča dzimtā planēta nav neko lielāka par māju!

Böylece çok önemli bir şey daha öğrenmiş oluyordum: Demek Küçük Prens’in gezegeni olsa olsa ev büyüklüğünde bir yerdi!

Tas mani sevišķi nepārsteidza. Es labi zināju, ka bez lielajām planētām, kā Zeme, Jupiters, Marss, Venēra, kurām ir doti nosaukumi, eksistē vēl simtiem citu, kas reizēm ir tik mazas, ka tās grūti saskatīt pat teleskopā.

Ama buna çok şaştım denemez. Çünkü Dünya, Jüpiter, Mars, Venüs adları verilen büyük gezegenlerin dışında daha yüzlerce gezegen bulunduğunu, bazılarının teleskopla bile güç görülecek kadar ufak olduğunu okumuştum.

Kad astronoms atklāj kādu no tām, viņš apzīmē to ar numuru. Viņš nosauc to, piemēram, par “asteroīdu 3251”.

Gökbilimciler bunlardan birini buldular mı ad yerine bir numara takarlar. Sözgelimi: “Asteroid 325” deyiverirler.

Man ir nopietns iemesls domāt, ka planēta, no kuras ieradās mazais princis, bija asteroīds B 612.

Küçük Prens’in geldiği gezegenin “Asteroid B-612” olduğu konusunda yabana atılamayacak kanıtlarım var.

Šo asteroīdu tikai vienu vienīgu reizi, 1909.gadā, teleskopā ieraudzīja kāds turku astronoms.

Bu gezegeni bir zamanlar teleskopla ilk kez gören biri olmuş: 1909’da bir Türk gökbilimcisi.

Toreiz Starptautiskajā astronomu kongresā viņš bija lieliski pierādījis savu atklājumu. Tikai neviens viņam neticēja, jo viņš bija tērpies turku apģērbā. Lūk, tādi ir pieaugušie.

Bu konuda hazırladığı raporu Uluslararası Gökbilimciler Kurultayı’na sunmuş. Ama başında fes, ayağında şalvar var diye sözüne kulak asan olmamış. Büyükler böyledir işte.

Laimīgā kārtā asteroīda B 612 reputāciju uzlaboja kāds turku diktators, kas, piedraudot ar nāves sodu, lika savai tautai valkāt eiropiešu tērpus.

Bereket versin, Asteroid B-612’nin onurunu kurtarmak için dediği dedik bir Türk önderi tutmuş, bir yasa koymuş: Herkes bundan böyle Avrupalılar gibi giyinecek, uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacak.

Astronoms vēlreiz ziņoja par savu atklājumu 1920.gadā, tērpies elegantā frakā. Un šoreiz visi bija ar viņu vienis prātis.

1920 yılında aynı gökbilimci bu kez çok şık giysiler içinde Kurultay’a gelmiş. Tabii bütün üyeler görüşüne katılmışlar.

Es pastāstīju jums tik sīki par asteroīdu B 612 un atklāju jums tā numuru vienīgi pieaugušo dēļ. Viņiem patīk skaitļi.

Bu gezegenle ilgili bütün ayrıntıları size anlatıyorsam, üstelik numarasını da veriyorsam, bunun nedeni yine büyükler. Büyükler sayılara bayılırlar.

Kad jūs viņiem stāstāt par kādu jaunu draugu, viņi nekad nepajautās pašu svarīgāko. Viņi nekad jums nevaicās: “Kāda draugam balss? Kādas rotaļas viņam labāk patīk? Vai viņš kolekcionē tauriņus?”

Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar. Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile.

Viņi gan jautā: “Cik viņam gadu? Cik viņam brāļu? Cik viņš sver? Cik nopelna viņa tēvs?” Un tikai tad viņiem liekas, ka viņi to pazīst.

“Kaç yaşında?” derler, “Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?” Bu türlü bilgilerle onu tanıdıklarını sanırlar.

Ja jūs sakāt pieaugušajiem: “Es redzēju kādu skaistu, rožainu ķieģeļu māju ar ģerānijām uz palodām un baložiem uz jumta…” — viņi nespēj iztēloties šo māju. Viņiem ir jāsaka: “Es redzēju māju, kas maksā simttūkstoš franku.” Tad viņi iesauksies: “Cik skaisti!”

Deseniz ki, “Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerinde saksılar, çatısında kumrular vardı.” Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama, “Yüz bin liralık bir ev gördüm,” deyin, bakın nasıl “Aman ne güzel ev!” diye haykıracaklardır.

Un tā, ja jūs viņiem teiksiet: “Pierādījums mazā prinča esamībai ir tas, ka viņš bija apburošs, ka viņš smējās un ka viņš velējās jēriņu, bet, ja kāds vēlas jēriņu, tad viņš taču eksistē,”— viņi paraustīs plecus un runās ar jums kā ar bērnu.

Aynı şekilde onlara deseniz ki, “Küçük Prens’in sevimli oluşu, gülüşü, bir koyun isteyişi var olduğunu gösterir; bir koyun istiyor, öyleyse vardır.” Bunları deseniz de neye yarar? Nasıl olsa omuzlarını silkip size çocuk gözüyle bakacaklardır.

Bet, ja jūs viņiem teiksiet: “Planēta, no kuras ieradās mazais princis, ir asteroīds B 612,”— tad viņi būs apmierināti un liks jūs mierā ar saviem jautājumiem. Tādi nu reiz viņi ir. Bet nevajag uz viņiem dusmoties. Bērniem jābūt ļoti iecietīgiem pret pieaugušajiem.

Ama geldiği gezegenin Asteroid B-612 olduğunu söylerseniz hemen inanırlar, sorularıyla başınızı ağrıtmazlar. Böyledir onlar. Çok şey beklememelisiniz. Çocuklar büyükleri hoş görmeye alışmalıdır.

Bet mēs, kas saprotam dzīvi, mēs, protams, pasmejamies par numuriem! Man labāk patiktu sākt šo stāstu tā, kā sākas visas pasakas. Es tik labprāt sacītu:

Oysa bizim gibi hayatı yakından bilen kişiler için sayılar nedir ki. Bu öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim. Yani şöyle:

“Reiz dzīvoja kāds mazs princis uz planētas, kas bija tik tikko lielāka par viņu pašu, un viņam bija vajadzīgs draugs…” Tiem cilvēkiem, kas saprot dzīvi, tas liktos daudz ticamāk.

“Evvel zaman içinde bir Küçük Prens varmış. Kendinden bir parmak büyük bir gezegende oturur, hep bir arkadaş ararmış…” Hayatı yakından tanıyanlar için böyle bir başlangıcın daha gerçekçi bir havası olurdu.

Man netīk, ka manu grāmatu lasa pavirši. Man ir ļoti skumji, stāstot savas atmiņas. Ir jau pagājuši seši gadi, kopš mans draugs aizgāja ar savu jēriņu. Un, ja es še mēģinu viņu aprakstīt, tad daru to tādēļ, lai viņu neaizmirstu.

Çünkü kimse kitabımı baştan savma okusun istemem. Bu anıları kâğıda geçirene kadar az mı çektim. Arkadaşım koyununu alıp gideli altı yıl oluyor. Onu anlatmaya çalışmam unutmak istemeyişimdendir.

Ir skumji aizmirst draugu. Visiem taču nav draugu. Un es vēl varu kļūt līdzīgs pieaugušajiem, kas interesējas tikai par skaitļiem.

İnsanın arkadaşını unutması ne acı. Kaldı ki arkadaşı olan kaç kişi var içimizde? Bir gün onu unutursam gözleri sayılardan başka şey görmeyen büyüklere dönerim.

Tieši tādēļ nopirku krāsu kasti un zīmuļus. Manā vecumā ir grūti atsākt zīmēt, it īpaši, ja nekad neko citu neesmu mēģinājis zīmēt kā tikai sešu gadu vecumā boa čūskas no ārpuses un no iekšpuses!

Bu yüzden bir kutu boyayla birkaç tane kurşunkalem aldım. Altı yaşından beri boa yılanlarının içten ve dıştan görünüşlerinden başka şey çizmemiş biri için bu yaşta yeniden resme başlamak güç iş doğrusu.

Es, protams, mēģināšu uzzīmēt mazā prinča portretu, cik vien līdzīgu iespējams. Tikai neesmu visai pārliecināts, vai tas man paveiksies. Dažs zīmējums izdodas, cits vairs ne.

Kuşkusuz, resimleri asıllarına benzetmek için elimden geleni yapacağım. Başarır mıyım, o da ayrı. Bakıyorsunuz bir resim güzel olmuş, öbürü hiç benzemiyor.

Es arī mazliet kļūdos, zīmējot mazā prinča augumu. Reizēm viņš iznāk pārāk liels. Reizēm atkal pārāk mazs. Šaubos arī par viņa tērpa krāsu. Un tad nu kaut kā taustos.

Küçük Prens’in boyu konusunda da yanıldığım oluyor. Bir yerde uzun olmuş, bir yerde kısa. Giysilerinin renginde de kararsızım. N’apalım, idare edip gidiyoruz.

Beidzot varu kļūdīties arī dažos svarīgos sīkumos. Bet tas jums būs jāpiedod. Mans draugs nekad neko nepaskaidroja. Viņš varbūt domāja, ka esmu tāds pats kā viņš. Taču es diemžēl nespēju saskatīt jēriņu cauri kastei. Varbūt es mazliet līdzinos pieaugušajiem. Laikam sāku novecot.

Bazı daha önemli ayrıntılarda da yanıldığım olacak. Suç bende değil. Arkadaşım açıklamayı sevmezdi. Beni de kendi gibi sanıyordu belki, kim bilir? Ne yazık ki ben kapalı sandıkların içindeki koyunları görmeyi beceremem. Belki de büyüklere benziyorum biraz. Yaşlandık ne de olsa.

V

V

Katru dienu uzzināju kaut ko par mazā prinča planētu, par viņa aizbraukšanu un ceļojumu. Tas viss atklājās pamazām, nejaušās pārdomās. Un tā trešajā dienā man kļuva zināma nelaime ar baobabiem.

Her geçen gün Küçük Prens’in gezegeni, oradan ayrılışı ve yaptığı yolculuk üstüne yeni yeni şeyler öğreniyordum. Onun düşüncelerinden yavaşça sıyrılıp ortaya çıkıyordu bu bilgiler. Üçüncü gün, baobabların başına gelenleri öğrenişim de böyle oldu.

Arī šoreiz par to man bija jāpateicas jēriņam, jo mazais princis pēkšņi, it kā par kaut ko šaubīdamies, jautāja:

Burada koyuna teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Çünkü Küçük Prens büyük bir kuşkuya kapılmış gibi sormuştu bana:

— Vai tiešām tas ir tiesa, ka jēri ēd krūmus?

“Koyunların küçük bitkilerle beslendiği doğru, değil mi?”

— Jā. Tas ir tiesa.

“Evet.”

— Ā! Tad ir labi.

“Çok sevindim buna.”

Es nesapratu, kādēļ ir tik svarīgi, lai jēri ēstu krūmus. Bet mazais princis piemetināja:

Koyunların küçük bitkilerle beslenmelerinin neden önemli olduğunu anlayamamıştım.

— Tātad viņi ēd arī baobabus.

Küçük Prens hemen ekledi:
“Demek baobabları da yerler.”

Es atļāvos piebilst, ka baobabi nav vis krūmi, bet lieli koki, tik augsti kā baznīcas, un pat tad, ja viņš paņemtu sev līdz veselu baru ziloņu, tie netiktu galā ar vienu vienīgu baobabu.

Küçük Prens’e baobabların küçük bitkiler değil, tersine tapınaklar gibi kocaman olduklarını, hatta yanına bir fil sürüsü de katsa bu sürünün bir tek baobab ağacını bile yiyip bitiremeyeceğini belirttim.

Doma par ziloņu baru mazo princi sasmīdināja:

Fil sürüsü sözü Küçük Prens’i güldürmüştü.

— Tad jau tos vajadzētu sakraut citu uz cita…

“Biz de üst üste bindiririz onları n’apalım,” dedi.

Bet pēc tam viņš saprātīgi aizrādīja:

Ama bilgece taşı gediğine koymaktan da geri kalmadı:

— Baobabi taču vispirms ir mazi un tikai tad izaug lieli.

“Baobablar o boya gelmeden önce küçük değil midirler?”

— Pilnīgi pareizi. Bet kādēļ tu gribi, lai jēri ēstu mazus baobabus?

“Orası böyle ama koyunlar küçük baobabları neden yesin istiyorsun?”

Viņš atbildēja: “Labi! Diezgan!”— it kā runa būtu par kaut ko visiem zināmu.

Apaçık bir gerçeği belirtmeyi gereksiz bulurcasına, “Amma da yaptın!” dedi.

Un man vajadzēja pamatīgi piepūlēt savas smadzenes, lai tiktu galā ar šo problēmu.

Bu sorunu kendi başıma çözümlemek için büyük çaba göstermem gerekti.

Patiešām, uz mazā prinča planētas, tāpat kā uz visām citām planētām, auga derīgi augi un nezāles. Tātad tur bija arī derīgo augu labās sēklas un nezāļu ļaunās sēklas.

Sonunda Küçük Prens’in gezegeninde de öteki gezegenlerde olduğu gibi iyi bitkilerin yanı sıra kötülerin bulunduğunu öğrendim. İyilerin iyi tohumları, kötülerin kötü tohumları vardı.

Bet sēklas nevar redzēt. Tās dus zemes dzīlēs, līdz kādai no tām ienāk prātā pamosties. Tad nu sēkla pastiepjas un izbāž pretim saulei aizkustinoši mazu, nevainīgu asniņu.

Ama tohumları kolayca göremezsiniz. İçlerinden biri uyanma hevesine kapılana kadar toprağın derinliklerinde öylece uyurlar. Günü gelince küçük tohum gerinir ve güneşe doğru ürkek, sevimli bir filiz sürer.

Ja tas ir redīsa vai rožu krūma asniņš, to var atstāt augam savā vaļā. Turpretim, ja tā ir kāda nezāle, tad asniņš tūlīt jāizrauj, tikko esam to pazinuši.

Bir gül fidanının ya da bir turpun filizi söz konusuysa istediği gibi gelişip serpilmesine karışmasak da olur. Ama kötü bir bitkiyse görür görmez kökünden söküp atmalıyız onu.

Bet uz mazā prinča planētas bija šausmīgas sēklas… proti, baobabu sēklas. Planētas augsnē tās atradās lielā vairumā.

Küçük Prens’in yurdu olan gezegende korkunç tohumlar da varmış: Baobab tohumları. Bu tohumlar gezegenin yüzeyine dal budak salmış.

Un no tāda baobaba, ja to laikā nepamana, nekad vairs nevar tikt vaļā. Tas pārņem visu planētu. Saknes izurbjas planētai cauri. Un, ja planēta ir pārāk maza, bet baobabu pārāk daudz, tad tie pārplēš planētu pušu.

Boabab öyle bir bitkidir ki erken davranmazsanız bir daha kolay kolay baş edemezsiniz. Gezegeni baştan başa sarar. Kökleriyle toprağını delik deşik eder. Hele bir de gezegen küçük, baobablar başa çıkılır gibi değilse parçalayıverirler gezegeni.

“Tas ir kārtības jautājums,” vēlāk man stāstīja mazais princis. “Kad pats no rīta esi uzkopies, tad rūpīgi jāuzkopj arī planēta. Regulāri jāizravē laukā visi baobabi, tiklīdz tos var atšķirt no rožu krūmiem, kam tie ārkārtīgi līdzinās, kad tikko uzdīguši. Tas ir ļoti viegls, bet nogurdinošs darbs.”

Küçük Prens, “Bu bir düzen meselesidir,” demişti sonradan. “Sabahları kendinize çekidüzen verdikten sonra gezegeninize de aynı şekilde bir çekidüzen vermeniz gerekir. Hiç aksatmadan her gün bütün baobabları söküp atmalısınız; küçükken gül fidanlarından ayırt edilemeyen bu bitkilerin büyüyerek fark edildikleri anı bıkmadan izlemelisiniz. Oldukça sıkıcı bir iştir bu. Ama çok kolaydır.”

Kādu dienu mazais princis ieteica man pacensties uzzīmēt uzskatāmu zīmējumu, lai arī mūsu bērni to pamatīgi ielāgotu.

Günün birinde, “Güzel bir resim çizsen bari,” dedi. “Çiz de sizin oradaki çocukların kafalarında bunlar iyice yer etsin.

“Ja viņi kādreiz ceļos,” viņš man teica, “tas viņiem varēs noderēt. Dažreiz ir vietā atlikt darbu uz vēlāku laiku. Bet, ja runa ir par baobabiem, tad tas var beigties ar katastrofu. Man bija zināma kāda planēta, uz kuras dzīvoja sliņķis. Viņš nebija pamanījis trīs krūmiņus…”

Yolculuğa çıktıklarında çok işlerine yarar. Kimi zaman bugünün işini yarına bırakmak sakıncalı değildir. Ama boabablar söz konusu olunca felaket eninde sonunda gelir çatar. Bir gezegen bilirim, tembel bir adam otururdu orada. Böyle iki, üç küçük bitkiyi görmezden gelmiş…”

Un pēc mazā prinča norādījumiem es uzzīmēju šo planētu. Man nemaz netīk runāt pamācošā tonī. Bet, tā kā baobabu briesmas zināmas tikai nedaudziem un tiem, kas aizmaldītos uz šāda asteroīda, draudētu liels risks, tad reiz par visām reizēm metu pie malas savu atturību.

Küçük Prens’in tanımlamasına uygun olarak gezegenin şu öndeki resmini yaptım. Öğüt verir gibi konuşmaktan hoşlanmam. Ama boabab tehlikesi öyle az biliniyor, bir gezegende yolunu yitiren kimselerin karşılaştıkları güçlükler öyle büyük oluyor ki dayanamayıp bir kerecik bu kuralımı bozacağım. diyeceğim,

Es teicu: “Bērni! Esiet piesardzīgi ar baobabiem!” Un, lai brīdinātu savus draugus no briesmām, kas viņiem jau labu laiku uzglūnējušas tāpat kā man, turklāt pašam to nezinot, es ļoti piestrādāju pie šā zīmējuma. Un tas bija to vērts.

“Çocuklar, baobablara dikkat!” Benim gibi öteden beri bir şey bilmeden tehlikeye sürtünerek geçen dostlarımı uyarmak için bunca çalıştım, yaptım resmi. Bu yolla vermek istediğim öğüt zahmete değerdi doğrusu.

Jūs varbūt jautāsiet: kādēļ šai grāmatā citi zīmējumi nav tikpat iespaidīgi kā baobabu zīmējums? Atbilde ir ļoti vienkārša: es gan pūlējos, bet man neveicās. Bet, kad es zīmēju baobabus, mani iedvesmoja apziņa, ka tas ir ārkārtīgi nepieciešami.

Belki de soracaksınız bana, “Neden bu kitapta baobab resimleri gibi büyük, etkileyici başka resimler yok?” diye. Karşılık vermek hiç de güç değil. Çok uğraştım ama ötekiler başarılı olmadı. Baobabları çizerken bir sorumluluk duygusuyla doluydum; kendimi aşmıştım. Büyük, etkileyici baobablar.

VI

VI

Ai, mazo princi, tikai pamazām es sāku saprast tavu skumjo dzīvi! Ilgu laiku tev nebija citas izklaidēšanās kā vienīgi saulrietu skaistums. Šo jauno sīkumu uzzināju ceturtās dienas rītā, kad tu man teici:

Ah, Küçük Prens’im! Senin o üzüntü dolu küçük hayatını yavaş yavaş anladım böylece. Uzun bir süre günbatımındaki tatlılık tek avuntun olmuştu. Bu ayrıntıyı dördüncü gün öğrendim. Ne demiştin bana o sabah?

— Man ļoti patīk saulrieti. Paskatīsimies saulrietu…

“Günbatımını çok seviyorum. Hadi gidip bir günbatımı görelim.”

— Bet tad ir jāpagaida…

“Ama beklemek gerek…”

— Jāpagaida, kas tad?

“Neyi?”

— Jāpagaida, kad saule rietēs.

“Güneşin batışını.”

Pirmajā brīdī tu izskatījies ļoti pārsteigts, bet pēc tam pats sāki smieties. Tu man teici:

Önce ne şaşmıştın! Sonra da kendi kendine gülmüştün. Demiştin ki bana:

— Es vēl arvien iedomājos, ka esmu savās mājās!

“Kendimi hep bizim oralarda sanıyorum!”

Patiešām. Kad Savienotajās Valstīs ir pusdiena, tad saule, kā tas visiem zināms, noriet Francijā. Vajadzētu tikai vienā mirklī aiziet uz Franciju, lai noskatītos saulrietā.

Öyle ya. Amerika’da öğle iken Fransa’da günün batmakta olduğunu bilmeyen yoktur. Fransa’ya bir dakika içinde uçabilirseniz günbatımına yetişebilirsiniz.

Diemžēl Francija ir pārāk tālu. Bet uz savas mazās planētas tu pavilki krēslu pāris soļu tālāk un raudzījies vakara debesīs ikreiz, kad vien to vēlējies…

Ne yazık ki Fransa çok uzak bir ülke. Ama sen küçük gezegeninde iskemleni şöyle bir kımıldatsan oldu bitti. Güneşin batışını, alacakaranlığın çöküşünü artık gör görebildiğin kadar…

— Kādu dienu es redzēju sauli rietam četrdesmit trīs reizes!

Demiştin ki:
“Günde tam kırk dört tane günbatımı gördüğüm olmuştur.”

Brīdi vēlāk tu piebildi:

Sonra da eklemiştin:

— Vai zini… kad ir tik skumji, tad patīk saulrieti…

“Biliyor musun, insan üzgün olunca günbatımının tadına daha iyi varıyor.”

— Tātad tanī dienā, kad redzēji četrdesmit trīs saulrietus, tu biji ļoti noskumis?

“Demek sen kırk dört günbatımı izlediğin gün pek üzgündün?”

Mazais princis neatbildēja.

Küçük Prens buna karşılık vermedi.

VII

VII

Piektajā dienā, joprojām pateicoties jēriņam, man atklājās mazā prinča dzīves noslēpums. Viņš jautāja man pēkšņi, bez kāda ievada, it kā klusībā šo problēmu būtu ilgi pārdomājis:

Beşinci gün Küçük Prens’in gizini çözebildim. Her zaman olduğu gibi bunu yine koyuna borçluyum. Birdenbire, uzun bir süre sessizlik içinde biriktirilmiş bir sorunu ortaya koyar gibi hazırlıksız soruvermişti:

— Bet, ja jērs ēd krūmus, tad viņš ēd arī puķes?

“Koyun küçük bitkileri yerse çiçekleri de yiyecektir, değil mi?”

— Jērs ēd visu, kas gadās pa ceļam.

“Koyun ne bulursa yer.”

— Pat puķes, kurām ir ērkšķi?

“Dikenli çiçekleri de mi yani?”

— Jā. Pat puķes, kurām ir ērkšķi.

“Tabii, dikenlileri de.”

— Bet kam tad noder ērkšķi?

“Peki, dikenler neye yarıyor öyleyse?”

To es nezināju. Es toreiz biju ļoti aizņemts ar motoru, skrūvējot vaļā kādu pārāk cieši pievilktu skrūvi. Biju ļoti norūpējies, jo mans stāvoklis kļuva nopietns, bet izsīkstošais dzeramā ūdens krājums lika baidīties no visļaunākā.

Bilmiyordum. O sıra motorumun sıkışmış bir vidasını gevşetmeye çabalıyordum. Uçağımın durumu hafife alınır cinsten değildi, bu yüzden tasalar içindeydim. Öte yandan içme suyum da bitmeye yüz tuttuğundan başıma gelecekleri korkuyla bekliyordum.

— Kam tad noder ērkšķi?

“Dikenler neye yarar?”

Mazais princis nekad neatstāja miera jautājumu, ko bija reiz uzdevis. Es biju saniknots par spītīgo skrūvi un atbildēju uz labu laimi:

Küçük Prens bir soru sorsun, karşılığını alıncaya kadar susmuyordu. Benimse vidaya takılmıştı aklım. Gelişigüzel konuştum:

— Ērkšķi neder nekam, tā ir tīrā ļaunprātība no puķu puses!

“Dikenler hiçbir şeye yaramaz. Çiçeklerdeki kötülüğün belirtisidirler.”

—O!

“Ne?”

Brīdi klusējis, mazais princis domīgi atcirta:

Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Küçük Prens bir çeşit hınçla patladı:

— Es tev neticu! Puķes ir vārgas. Viņas ir naivas. Viņas aizsargājas, kā prot. Viņām šķiet, ka ar ērkšķiem viņas ir briesmīgas.

“İnanmıyorum sana! Çiçekler zavallı yaratıklardır. Kötülük nedir bilmezler. Ellerinden geldiğince kendilerine güvenmeye çalışırlar. Dikenlerine bakıp bakıp güçlü olduklarını sanırlar.”

Es neko neatbildēju. Šai brīdī nodomāju: “Ja skrūve vēl pretosies, sadauzīšu to ar veseri.” Mazais princis atkal iztraucēja manas pārdomas:

Karşılık vermedim. O sırada başka bir hava çalıyordum. “Şu vida diretirse,” diyordum, “bir çekiç vuruşuyla söküp atacağım.” Küçük Prens düşüncelerimi yeniden dağıttı:

— Bet vai tu tici, ka puķes…

“Yani sen diyorsun ki çiçekler…”

— Protams, ka ne, protams, ne! Es nekam neticu! — atbildēju uz labu laimi. — Esmu aizņemts ar nopietnām lietām!

“Yeter,” diye haykırdım. “Hayır, hayır! Bir şey dediğim yok. Gelişigüzel söylemiştim demin. Görmüyor musun önemli işlerle uğraşıyorum.”

Pārsteigts viņš mani uzlūkoja.

Duyduklarına inanamamış gibi yüzüme baktı:

— Ar nopietnām lietām!

“Önemli işler, ha?”

Viņš redzēja mani ar veseri rokās un smēreļļā notraipītiem pirkstiem noliekušos pār priekšmetu, kas viņam izlikās ļoti neglīts.

Elimde çekiç, parmaklarım yağdan kapkara, kendisinin bunca çirkin bulduğu bir nesnenin üstüne eğilmiş dururken yukarıdan aşağıya süzdü beni.

— Tu runā kā pieaugušie!

“Tıpkı büyükler gibi konuşuyorsun!”

Šie vārdi man lika mazliet nokaunēties. Bet viņš nesaudzīgi piebilda:

Bu sözler beni biraz utandırmıştı. O ise acımadan sözünü tamamladı:

— Tu sajauc visu… tu visu putro!

“Her şeyi birbirine karıştırıyorsun, karmakarışık ediyorsun.”

Mazais princis patiešām bija ļoti saskaities. Viņš purināja vējā savus zeltainos matus.

Gerçekten çok öfkelenmişti. Pırıl pırıl saçları rüzgârda uçuşuyordu.

— Es zinu planētu, kur dzīvo kāds tumši sārts kungs. Viņš nekad nav ieelpojis nevienas puķes smaržu. Viņš nekad nav palūkojies uz zvaigzni. Viņš nekad nevienu nav mīlējis. Viņš nekad neko citu nav darījis kā tikai skaitījis rēķinus. Un augu dienu viņš atkārto tāpat kā tu: “Es esmu nopietns cilvēks! Es esmu nopietns cilvēks!” — un vai plīst aiz lepnuma. Tas jau nemaz nav cilvēks, tas ir pūpēdis!

“Bir gezegen görmüştüm, kırmızı suratlı biri yaşıyordu orada. Bir kerecik olsun çiçek koklamamış, hiç yıldız görmemiş, hiç kimseyi sevmemiş. Sayıları toplamaktan başka bir şey yapmamış hayatında. Yine de bütün gün senin gibi ‘Önemli bir adamım ben! Ciddi bir adamım!’ der dururdu. Gururundan yanına varılmazdı. Ama adam değil mantarın tekiydi.”

— Kas?

“Neyin tekiydi?”

— Pūpēdis!

“Mantarın.”